Uluslararası belgelerde Avukatın Savunma Dokunulmazlığı
1990 tarihli Avukatların
Rolüne dair Birleşmiş Milletler Temel Prensipleri’nin (Havana Kuralları)
16. maddesi
“Hükümetler avukatların; (a) Hiçbir baskı, engelleme,
taciz veya yolsuz bir müdahaleyle karşılaşmadan her türlü mesleki faaliyeti
yerine getirmelerini; (b) Yurt içinde ve yurt dışında serbestçe seyahat etme ve
müvekkilleriyle görüşebilmelerini; (c) Kabul görmüş mesleki ahlak
kurallarına, standartlara ve görevlerine uygun faaliyette bulundukları için
kovuşturma veya idari, ekonomik veya başka bir yaptırımla sıkıntı çekmemelerini
veya tehditle karşılaşmamalarını sağlar.
20. maddesi
Avukatlar, bir mahkeme, yargı yeri ya da başka bir
hukuki ya da idari merci önünde mesleklerinden ötürü bulunurken iyiniyetle
yaptıkları yazılı ya da sözlü açıklamalar nedeniyle hukuki ve cezai muafiyetten
yararlanmalıdır.
Avrupa Konseyi Bakanlar
Komitesinin üye Devletlere (2000)21 sayılı Tavsiyesinde,
duruma göre, avukatların mesleklerini özgürce yerine
getirmeleri için gerekli olduğu düşünülen bütün tedbirleri almaları ve
uygulamaları tavsiye edilmektedir. Örneğin, “avukatlar mesleki standartlarına
uygun olarak davranırken herhangi bir yaptırım ya da baskıya ya da tehdidine
maruz bırakılmamalıdır”. Ancak, avukatlar, “yargıya saygı göstermeli ve
mahkemelere karşı görevlerini iç hukuk ve diğer kurallar ile mesleki
standartlarla uyumlu olarak yürütmelidir” (İlkeler I:4 ve III:4).
Elçi ve Diğerleri v. Türkiye –– 13 Kasım 2003 –(23145/93 ve 25091/94)
669. Mahkeme, adaletin işleyişi ve hukuk devletinin
sürdürülmesinde avukatların merkezi rolünü vurgulamaktadır. Avukatların haksız
engellemelerle karşılaşmaksızın mesleklerini yerine getirirken özgür olmaları
demokratik bir toplumun temel bir bileşeni ve özellikle adil yargılanma
güvenceleri ile kişisel güvenlik hakkı [dâhil] Sözleşme hükümlerinin etkili bir
şekilde uygulanmasının gerekli bir önkoşuludur. Bu yüzden, Avukatlık mesleği
mensuplarının eziyet ya da tacize uğraması Sözleşme sistemini tam kalbinden
vurur. Bu nedenle, hangi biçimde olursa olsun, ama özellikle avukatların geniş
boyutlu gözaltına alınma ve tutuklanmaları ile avukatların bürolarının aranması
şeklindeki eziyet iddiaları Mahkeme tarafından sıkı bir incelemeye tabi
tutulacaktır.
Mor v. Fransa(Fr) ––15 Aralık 2011–( 28198/09):
42. Mahkeme, ayrıca avukatların özel statülerinin
onları mahkeme görevlileri olarak adlandırılan davanın tarafları ile mahkeme
arasındaki aracı niteliğinin, adaletin işleyişinde merkezi bir pozisyona
oturttuğunu; dahası bu pozisyon dolayısıyla mahkemelerin faaliyetlerine
toplumun güveninin sağlanmasında da kilit bir rol oynadıkları ve bu rolün bir
demokrasi ve hukuk devletinde asıl olduğunu not etmektedir (Schöpfer v. İsviçre, 20 May 1998, § § 29-30; Amihalachioaie v. Moldova, No. 60115/00, § 27, ECHR
2004-III, Nikula, § 45, and Kyprianou, § 173). Ancak aynı şekilde, adaletin yönetimine inanmak
için, toplumun ayrıca avukatların müvekkillerini etkili bir şekilde temsil
edebileceğine de güvenmeleri gerekir (Kyprianou, § 105).
43. İfade özgürlüğü adaletin işlevini yerine getirmesi
konusunda kamuoyu önünde konuşma hakkına sahip olan avukatlar için de
geçerlidir; ancak eleştirileri belirli bir sınırı aşmamalıdır (Amihalachioaie, supra, § § 27-28). [Sözleşme’nin
10. maddesinin 2. fıkrasında geçen] “Yargı organının otoritesi” deyimi, mahkemelerin
hukuki anlaşmazlıklar ile cezai isnatlar üzerine karar vermeye uygun olduğu ve
toplumun da böyle olduğunu düşündüğü fikrini yansıtır (Worm v. Austria, 29 Ağustos 1997, Reports 1997-V, § 40). Yargı organının otoritesini sürdürmesi bakımından, demokratik bir
toplumun mahkemelerine sanıktan başlayarak bütün toplumu içine alan bir güven
vardır (Kyprianou, supra , § 172).
44. Bu yüzden, avukatların ifade özgürlüklerine bir
müdahale, nadiren “demokratik bir toplumda gerekli” olarak görülür (bkz., yukarıda belirtilen, Nikula ve Kyprianou kararları, § § 55 and 174).
Schmidt v. Avusturya –– 17 Temmuz 2008–(513/05)
38. Mevcut davada, başvurucu Donmuş Gıda
Yönetmeliğini ihlal iddiasıyla idari ceza yargılamasında müvekkilini temsil
etmektedir. Bu yargılamada başvurucu, hazırladığı yazılı sunumunda Viyana Gıda
Denetim Kurumunu müvekkili üzerinde aldatıcı oyunlar oynamaya teşebbüs etmekle
suçlamıştır. Mevcut davanın koşulları çerçevesinde, Mahkeme Viyana Gıda Denetim
Kurumunun itibarının korunması gereğine basın özgürlüğü ya da kamusal
meselelerde açık tartışmanın yararına karşı ağırlık taşımadığı kanısındadır (bkz., mutatis mutandis, yukarıda
belirtilen, Nikula, § 48).
39. Mahkeme, söz konusu Viyana Gıda Denetim
Kurumunun idari ceza yargılamasında, olağan ceza yargılamasındaki iddia
makamıyla karşılaştırılabilir bir işleve sahip olduğunu not etmiştir. Kendi
uzman görüşü temelinde cezai ithamda bulunmaktadır. Bu bağlamda Mahkeme, bir
bütün olarak bir yargıç ya da mahkemeye karşı sözlü saldırıda bulunulmasının aksine bir savcıyı bir sanığın eleştirdiği ifadelere daha fazla koruma sağlayan
içtihatlarını yinelemektedir (yukarıda anılan Nikula kararı, § 50).
40. Mahkeme, itiraz edilen beyanın kişisel
bir aşağılama oluşturmadığını, ancak daha çok Viyana Gıda Denetim Kurumu’nun
yargılamadaki davranışına karşı yöneltildiğini not etmektedir (aksi durum için bkz., tarihli
W.R. v. Avusturya kk., 30
Haziran 1997 – 26602/95 ve Mahler v. Almanya
kk., 14 Ocak 1998–(29045/95)).
41. Ulusal merciler, başvurucunun itiraz
edilen beyanı kullanmasını haklı göstermek için herhangi bir olgu ya da duruma
dayanmakta başarısız olmasına bir ağırlık atfetmişlerdir (bkz., yukarıda 14. paragraf). Mahkeme’ye göre, mevcut davada bu belirleyici unsur
olmuştur: gerçekten de başvurucunun iddiaları herhangi bir olguyla
desteklenmemiştir. Beyanat başvurucunun Viyana Gıda Denetim Kurumunun
müvekkiline dava açarken neden uygunsuz davrandığını düşündüğüne ilişkin
herhangi bir ayrıntı vermemektedir.
42. Son olarak, Mahkeme, (yukarıda 55. paragrafta
anılan) Nikula davasının aksine,
[başvurucu için] tehlike yaratanın cezai değil disiplin yaptırımı olduğunu not
etmiştir. Mahkeme, avukatların toplum ile mahkemeler arasındaki aracılar olarak
özel pozisyonunun Baro üyelerinin davranışlarına ilişkin olağan sınırlamaları
açıkladığını yinelemektedir. Avukatların kilit rolünü dikkate alarak, onlardan
adaletin doğru bir şekilde işlemesine katkıda bulunmasını beklemek ve böylece
adalete olan toplumun güveninin sürmesini beklemek meşrudur (bkz., yukarıda belirtilen Nikula kararı, § 45, ve yukarıda anılan Schöpfer kararı, §§ 29‑30).
43. Mevcut cezanın orantılılığına gelince,
Mahkeme Disiplin Yasasının 16/1. maddesinde öngörülen en hoşgörülü yaptırımın,
yani yazılı bir kınamanın [başvurucuya ] uygulandığını gözlemlemiştir.
44. Özet olarak, Mahkeme, ulusal mercilerin
kararlarına ilgili ve yeterli gerekçe sunduğunu düşünmektedir. Başvurucuya
kınama cezası verildiğinde takdir marjının ötesine geçmemişlerdir.
45. Mahkeme, Sözleşme’nin 10. maddesinin
ihlal edilmediğine karar vermiştir.
SCHÖPFER
v. İsviçre –– 20 Mayıs 1998–(25405/94)
28. Mahkeme, 9 Kasım 1992 tarihli basın
toplantısında, Bay Schöpfer’in temel olarak Hochdorf ilçe mercii bürosunda
yakalama kararı olmaksızın yakalanmış ve bir ilçe memurunun önüne
çıkarılmış olmasından ve adli yardım programı uyarınca (bkz., yukarıda 9. paragraf) müvekkilinin avukatı olarak savunmasını üstlenmek
için yaptığı başvurunun reddedilmiş olmasından yakınmıştır. Avukatlar Denetim
Kurulu başvurucuya ceza verirken, onun geçerli yasal yolları kullanmadan önce
basına konuşmayı tercih etmesine büyük önem atfetmiştir (bkz., yukarıda 16. paragraf).
29. Mahkeme, avukatların özel statüsünün
onlara toplum ile mahkemeler arasında bir arabulucu olarak merkezi bir yer
sunduğunu yinelemektedir. Böylesi bir pozisyon Baro üyelerinin davranışları
üzerindeki olağan kısıtlamaları açıklamaktadır (bkz., Casado
Coca v. İspanya, 24 Şubat 1994,
Seri A no. 285-A, s. 21, § 54).
Dahası, Mahkeme, daha önce hukuk devleti üzerine
temellenen bir Devlette temel rolleri olan –adaletin güvencesi– ulusal
mahkemelerin toplumun güveninden yararlanması gerektiğine hükmetmiştir (bkz., De Haes ve Gijsels v. Belçika, 24 Şubat 1997, Reports of
Judgments and Decisions 1997-I, p. 234, § 37). Bu alanda avukatların kilit rolünü de dikkate alarak, onların
adaletin doğru bir şekilde işlemesine ve böylece toplumun güveninin
sürdürülmesine katkıda bulunmalarını beklemek meşrudur.
30. Mevcut davada, 9 Kasım 1992
tarihinde, diğerlerinin yanında, gazetecilerin son çaresi olduğunu ifade ettiği
basın toplantısını gerçekleştirmiştir (bkz., yukarıda 8. paragraf). Kendisi
müvekkilinin salıverilmesi için yaptığı başvuruyu reddeden Hochdorf valisinin
işlemine karşı Luzern İtiraz Mahkemesi’ne 18 Kasım 1992 tarihinde itirazda
bulunmuştur. Luzern İtiraz Mahkemesi, itirazını temsil yetkisinin bulunmadığı
gerekçesiyle reddetmiş, ancak müvekkilinin ilçe memurlarından birinin önüne
çıkarılmasının hukuka aykırı olduğu şikâyetini kabul etmiştir. Bundan dolayı
kararını valiliğin denetim mercii olan savcılığa göndermiştir (bkz., yukarıda 13. paragraf).
31. Bundan dolayı, Bay Schöpfer önce
Hochdorf’daki adaletin işleyişini kamuoyu önünde eleştirmiş, sonra mevcut şikâyetinin
etkili sonuç verdiği kanıtlanan hukuki yolu kullanmıştır. Bunu yaparak,
davranışı yargısal mercilere güveninin sürdürülmesi için avukatlardan meşru
olarak beklenen katkıya neredeyse hiç uygun olmamıştır.
32. Yukarıdaki tespit başvurucu tarafından
eleştirilerin genel niteliği ve ciddiliği ile bunu yapmak için seçtiği tonla
pekiştirilmiştir. Örneğin, basın toplantısında gazetecilere açıklamada
bulunduğunu çünkü bunun son çaresi olduğunu ve Hochdorf’daki ilçe merciinin
Luzern Kanton yasalarını ve insan haklarını yıllardır yaygın bir şekilde
umursamadığını söylemiştir (bkz., yukarıda 8. paragraf). Günlük
bir gazetede 13 Kasım 1992 tarihinde Bay Schöpfer’in müvekkilinin yakalanmasının
Sözleşme’yi ve Kantonal Ceza Muhakemesi Kanunu “kaba ve kabul edilemez bir
şekilde” ihlal ettiğini ifade ettiği basın açıklamasının bir özeti
yayınlanmıştır (bkz.,
yukarıda 12. paragraf).
33. [Sözleşme’nin] 10. maddesinin sadece
ifade edilen fikir ve bilginin özünü korumadığı, aynı zamanda onları iletme yolunu da koruduğu
doğrudur (bkz.,
yukarıda değinilen De Haes ve Gijsels
kararı, s. 236, § 48). Ayrıca ifade
özgürlüğünün adaletin işleyişi hakkında kamuoyu önünde yorumda bulunma hakkına
kesinlikle sahip olan avukatlarınkini de güvence altına aldığını söylemek
gereksizdir; ancak eleştirileri belirli sınırları aşmamalıdır. Bu bağlamda, yargısal
kararla ortaya çıkan meseleler hakkında kamuoyunun bilgi sahibi olma hakkı,
adaletin doğru şekilde işlemesi gerekliliği ile hukuk mesleğinin onuru dahil
olaya dahil olan değişik menfaatlerin arasında doğru bir denge kurulması
ihtiyacı dikkate alınmalıdır (bkz., yukarıda anılan Casado
Coca kararı, s. 21, § 55, ile yukarıda anılan De Haes ve Gijsels kararı, s. 233–34, § 37). Üyeleriyle doğrudan ve sürekli bağlantıları
yüzünden, baro makamları ve ulusal mahkemeler, verili bir zaman diliminde,
doğru dengenin kurulabilmesi konusunda uluslararası bir mahkemeden daha iyi
durumdadırlar. Bu nedenle onlar bu alanda müdahale gerekliliğini
değerlendirirken belirli bir takdir marjına sahiptirler; ancak bu marj hem
ilgili kurallar hem de onları uygulayan kararlar bakımından Avrupa denetimine
tabidir (bkz.,
yukarıda anılan Casado Coca kararı,
s. 20–21, §§ 50 ve 55).
34. Mahkeme, bir avukat olan Bay Schöpfer’in
[davası] bir ceza mahkemesi önünde beklediği sırada ceza yargılaması konusu
olan şikayetlerini kamuoyuna yönelttiğini not etmektedir. Başvurucunun
iddialarının genel niteliği, ciddiliği ve tonuna ek olarak, Mahkeme, önce son çaresi olduğunu iddia
ettiği basın toplantısı düzenlemiş, ondan sonra kısmen başarılı olduğu Luzern
İtiraz Mahkemesine itirazda bulunduğunu not etmektedir. Başvurucu ayrıca, sırf
iddiada bulunmak hariç etkisizliklerini tespit etmek için girişimde bulunmadığı
ilçe merci, savcılık gibi diğer denetim organlarına başvuruda bulunmayı da
ihmal etmiştir. Başvurucuya verilen para
cezasının ılımlı miktarını dikkate alarak, Mahkeme, [ilgili] mercilerin Bay Schöpfer’i
cezalandırırken takdir marjlarını aşmadıkları düşüncesindedir. Bu nedenle, 10.
madde ihlal edilmemiştir.
Nicula
v. Finlandiya
III. KARŞILAŞTIRMALI
HUKUK VE UYGULAMA
A. Interights
tarafından yapılan sunumlar [müdahil– amicus curiae]
22. Müdahil, (Avusturalya, Kanada ve Güney
Afrika gibi belirli başka devletlerin yanında) Avrupa Konseyi’ne üye bir dizi Devlete (ör. Belçika, Danimarka,
Fransa, İtalya, Hollanda, İspanya, İsveç ve Birleşik Krallık) ilişkin araştırmasında bu Devletlerin büyük bir
çoğunluğunda mahkemelerde müvekkillerini temsil ederken avukatlara sarf
ettikleri sözlerden dolayı ayrıcalıklı davranıldığını belirtmektedir. Böylesi bir ayrıcalığın
kapsam ve uygulaması ülkeden ülkeye değişmekle birlikte, araştırmaya dahil
edilen her Devlet avukatın kendini ifade edebilmesinin müvekkilinin savunulması
yükümlülüğüyle yakından ilişkili olduğunu kabul etmektedir. Hakaretamiz olduğu
ileri sürülen ifadeler için, avukat
dayandığı olguların gerçekliğinden emin olmasa bile mümkün olduğunca etkili bir
savunma yapabilmesi adına ayrıcalık tanınır. Örneğin, Hollanda’da savcının
takdir hakkını kötüye kullandığı iddiası savunma avukatları tarafından düzenli
olarak ileri sürülmektedir. Muhtemeldir ki, ilgili iddiaların bütünüyle
temelsiz olanları basitçe göz ardı edilmektedir.
23. Avukatların mahkemede konuşmalarına
ilişkin kısıtlamalar izin verdiği ölçüde, Interights tarafından araştırılan
ülkelerin çoğunluğunda, cezai tedbirlerden çok disiplin tedbirlerinin
kullanılmasından yana bir eğilim bulunmaktadır. Müdahil tarafın görüşüne göre,
bu görece hafif bir cezai yaptırımın uygun ve ölçülü bir eleştiriyi bile
caydırabileceği yönündeki Mahkeme’nin 10. madde bağlamındaki yaklaşımını
yansıtmaktadır (bkz.,
örneğin, Thorgeir Thorgeirson v. İzlanda,
25 Haziran 1992, Seri A no. 239).
24. Müdahil tarafından incelenen ülkelerin
çoğunluğunda cezai yaptırımlara teoride izin verilmekte, ancak uygulamada
nadiren kullanılmakta ve sonrasında genellikle sıra dışı koşullarda ve salt
ihmalin aksine olarak kastın açıkça gösterilebildiği durumlarda
uygulanmaktadır. İlke olarak avukatın ifadesi kısıtlamalara tabi olsa bile, bu
kısıtlamalar sadece hakaret için değil, aynı zamanda bütünüyle yargılama ya da
taraflarla ilgisiz ifadeler olduğunda uygulanmaktadır.
25. Dahası, müdahil tarafından incelenen
neredeyse bütün ülkelerde, sanığın karşıtı olarak savcının rolü ile yargıç
arasındaki temel farklılık kabul edilmektedir. Bu ayrım genel olarak savcıyı
eleştiren ifadeler için artan bir şekilde koruma sağlamaktadır.
26. Müdahil, incelediği ülkelerin
çoğunluğunda bir avukatın bir savcıyı davayı ele alış şeklinden dolayı ya da
takdir yetkisini kötüye kullandığını olguların gösterdiğinden dolayı
eleştirdiği için ceza soruşturması geçirmesinin ihtimal dâhilinde olmadığı
sonucuna ulaşmıştır. Böylesi bir olguda ceza yargılamasına başvurulması gerekli
olarak görülemez.
(b) Mahkeme’nin
değerlendirmesi
(i) Genel ilkeler
44. Yargısal denetim yetkisini uygularken,
Mahkeme, bu davada başvurucunun kendisine karşı yapılan belirlemelerin içeriği
ile kendisinin sarfettiği sözlerin bağlamı dahil davanın bütünü ışığında itiraz
edilen müdahaleyi incelemelidir. Özellikle, mevcut müdahalenin “izlenen meşru
amaçla orantılı” olup olmadığı ile ulusal makamların [müdahaleyi] haklı
göstermek için kullandığı gerekçelerin “ilgili ve yeterli” olup olmadığı tespit
edilmelidir. Bu yapılırken, Mahkeme,
ulusal mercilerin uyguladığı standartların 10. maddeye içkin ilkelerle uyumlu
olduğu konusunda tatmin olmalı ve dahası [bu standartlarla] ilgili olguların
kabul edilebilir bir değerlendirmesi üzerinde temellendirmelidir.
45. Mahkeme, avukatların özel statüsünün
onları toplum ile mahkemeler arasındaki aracılar olarak adaletin işleyişinde
merkezi bir pozisyona yerleştirdiğini yinelemektedir. Böylesi bir pozisyon Baro
üyelerinin davranışlarına dair olağan kısıtlamaları açıklamaktadır. Dahası,
hukuk devleti üzerinde temellenen bir Devlette temel bir rol üstlenen –adaletin
güvencesi– mahkemeler kamuoyunun güveninden yararlanmalıdır. Bu alanda
avukatların kilit rolünü dikkate alarak, adaletin doğru işlemesine ve böylece
mahkemelere kamuoyunun güveninin sürmesine katkıda bulunmalarını beklemek
meşrudur (bkz.,
daha başka göndermelerle birlikte, Schöpfer
v. İsviçre kararı, 20 Mayıs 1998, Reports of Judgments and Decisions
1998-III, pp. 1052-53, §§ 29-30).
46. Mahkeme, ayrıca [Sözleşme’nin] 10. maddesinin
sadece ifade edilen fikir ve bilginin özünü değil, aynı zamanda onları ileten
formu da koruduğunu yinelemektedir. Avukatlar da adaletin işleyişi hakkında
kamuoyu önünde yorumda bulunma hakkına kesinlikle sahiptir; [ancak]
eleştirileri belirli sınırları aşmamalıdır.
Bu bağlamda, yargısal kararla ortaya çıkan meseleler hakkında kamuoyunun
bilgi sahibi olma hakkı, adaletin doğru şekilde işlemesi gerekliliği ile hukuk
mesleğinin onuru dahil, olayla ilişkili olan değişik menfaatlerin arasında
doğru bir denge kurulması ihtiyacı dikkate alınmalıdır. Ulusal makamlar bir
müdahalenin gerekliliğinin değerlendirilmesinde belirli bir takdir marjına
sahiptir; ancak bu marj hem ilgili kurallar hem de onların uygulandığı kararlar
bakımından Avrupa denetimine tabidir (bkz., yukarıda anılan Schöpfer kararı, s.
1053-54, § 33). Ancak, mevcut davada incelenen alanda, söz konusu ilkelere ilişkin
üye Devletler arasında açık bir ortak temelin bulunmaması ya da ulusal
mercilere geniş bir takdir marjı verilmesini haklı kılan –ahlaki kavramların
çeşitliliğine izin verme ihtiyacı (bkz, örneğin, Sunday
Times v. Birleşik Krallık (no. 1), 26 Nisan 1979, Seri A no. 30, pp.
35-37, § 59, ayrıca diğerlerinin yanında Handyside
v.Birleşik Krallık, 7 Aralık 1976, Seri A no. 24) nedeniyle [bu meselenin çözümünde] belirli bir formül
yoktur.
(ii) Yukarıdaki
ilkelerin mevcut davaya uygulanması
47. Mevcut davadaki olgulara dönersek,
Mahkeme’nin görevi, her koşulda, Bayan Nikula’nın ifade özgürlüğünün
kısıtlanmasına karşılık gelecek bir “sosyal ihtiyaç baskısı”nın ve “izlenen
meşru amacın orantılı” olup olmadığının ve ulusal mahkemelerin bunun
haklılığına ilişkin sunduğu gerekçelerin “ilgili ve yeterli” olup olmadığını tespit
etmektir.
48. Kabul edilebilir eleştirinin sınırları
bazı durumlarda yetkisini kullanan kamu görevlileri ile ilgili olarak özel
kişilerde olduğundan daha geniş olabilir. Bununla birlikte kamu görevlilerinin
kendilerinin her söz ve eylemlerini siyasetçilerin yaptığı ölçüde bilinçli
olarak yakın bir esaslı incelemeye açtıkları söylenemez ve bu yüzden
eylemlerinin eleştirilmesi söz konusu olduğunda siyasetçilerle eşit muamele
görmeleri gerekir. Kamu görevlileri, eğer görevlerini başarılı bir şekilde yerine
getiriyorlarsa, yersiz tedirginlik yaşamadıkları koşullarda toplumun güveninden
yararlanmaladır. Bu nedenle onları görevlerini yaparken hakaretamiz ve tacizkar
saldırılardan korumanın gerekli olduğu söylenebilir (bkz., diğerlerinin yanında, Janowski v. Polonya [BD],
25716/94, § 33, ECHR 1999-I). Mevcut
davada, başvurucunun açıklamaları bu bağlamda açığa vurulmadığı için böylesi
bir koruma gerekliliğine basın özgürlüğünün menfaatleri ya da kamuyu
ilgilendiren konularda açık tartışma konularıyla ilgili olarak ağırlık
verilmemiştir.
49. Mahkeme, belirli koşullarda, duruşma
sırasında savunma avukatının da ifade özgürlüğüne bir müdahale olması
olasılığının ayrıca sanık müvekkilin adil yargılanma hakkına ilişkin
Sözleşme'nin 6. maddesi uyarınca bir sorun ortaya çıkarabileceğini
dışlamamaktadır. Bu nedenle “silahlarda eşitlik” ve diğer adillik mühalazaları
taraflar arasındaki özgür ve hatta şiddetli argüman değiş tokuşunun lehine
etkilenir. Bununla birlikte, Mahkeme başvurucunun
savunma avukatının ifade özgürlüğünün sınırsız olması savını reddetmektedir.
50. Mevcut sanıklarından birini
başvurucunun savunduğu bir ceza yargılamasının tarafı olan savcının yetkisi dâhilinde
aldığı kararları eleştirdiği için mahkum olmuştur. Mahkeme, değişik Sözleşmeci
Devletlerda sanığın muhalifi olarak savcı ve yargıcın rolleri arasında ayrımlar
bulunduğunu yinelemektedir (bkz., yukarıda 25. paragraf). Genel
olarak konuşmak gerekirse, bu fark bir bütün olarak yargıç ya da mahkemeye
sözlü saldırının aksine bir sanığın bir savcıyı eleştirdiği ifadeler için
koruma sağlamalıdır.
51. Başvurucunun savcı T’yi hukukdışı
davranmakla suçlamıştır, ancak bu eleştiri T tarafından seçildiği iddia edilen
soruşturma stratejisine yöneltilmiştir. Yani kovuşturma öncesi alınmış iki
spesifik karar, başvurucunun görüşüne göre “resmi görevini ihlal eden … rol
manuplasyonu” oluşturmuştur. [Kullanılan] bazı terimlerin uygunsuzluğuna
rağmen, başvurucunun eleştirisi başvurcunun müvekkiline karşı açılmış davada
bir savcı olan T’nin genel mesleki ya da diğer niteliklerine odaklanan
eleştiriden farklı olarak onun performansıyla sıkı bir şekilde
sınırlandırılmıştır. Bu usuli bağlamda T. bir savunma avukatı olarak
başvurucunun oldukça dikkate değer eleştirisini hoşgörmek zorundadır.
52. Dahası, Mahkeme başvurucunun sunumunun bir
yargıca ya da savcıya karşı örneğin medyaya yapılan eleştiriden farklı olarak
duruşma salonuyla sınırlandırıldığını not etmiştir (bkz., yukarıda anılan, Schöpfer, s. 1054, § 34, ve Prince v. Birleşik Krallık kk., 13
Mart 1986–(11456/85), Decisions and Reports 46, p. 222). Mahkeme başvurucunun usuli nitelikteki savcıya
yönelik eleştirisinin kişisel bir aşağılama olduğuna hükmedemez (avukatın yargıcın görüşünü
“saçmalık” olarak ifade ettiği Komisyon kararı için bkz., W.R. v. Avusturya, 30 June 1997–26602/95; ve avukatın
savcının iddianameyi “tamamıyla sarhoş bir halde” kaleme almış olduğunu ileri
sürdüğü Komisyon kararı için bkz., Mahler
v. Almanya, 14 Ocak 1998 – 29045/95).
53. Mahkeme, başvurucunun Baro üyesi
olmamasına ve bu yüzden disiplin yargılamasına tabi olmamasına rağmen, yine de
duruşma heyetinin gözetimi ve yönlendirmesi altında olduğunu yinelemektedir.
Savcı T’nin mahkeme başkanından mevcut iddia makamı tanığının dinlendiği
savunmanın usuli itirazı hakkında bir karar vermesini istemek dışında herhangi
bir şekilde başvurucunun eleştirisine tepki göstermesini talep ettiğine dair
bir işaret yoktur. Mahkeme başkanı başvurucunun konuşmasını kesip savcıdan bu
amaçla bir talebin yokluğunda dahi azarladığı sırada Şehir Mahkemesi gerçekten
de kendisini itirazın reddiyle sınırlamıştır. Şehir Mahkemesi başvurucunun adli
yardım programı uyarınca avukat olarak atanmasını bile iptal edebilir ya da
avukat olarak duruşmadan çıkarabilirdi. Bu bağlamda, Mahkeme, mahkemelerin ve
mahkeme başkanının görevinin mahkeme salonundaki tarafların beyanlarının
uygunluğunu incelemekten çok – tarafların uygun davranmasını ve hepsinin
üzerinde duruşmanın adilliğini sağlayacak bir şekilde duruşmayı yönetmek
olduğunu vurgular.
54. Başvurucunun, savcı T’nin şikayeti
üzerine açılan davayı müteakip, sadece taksirli hakaretten mahkum olduğu
doğrudur. Aynı şekilde Yüksek Mahkeme’nin suçun küçük niteliğini dikkate alarak
cezasını ertelemiş olması da önemlidir. Başvurucuya hükmedilen para cezası bu
nedenle kaldırılmış olsa bile zarar ve dava giderlerini ödeme sorumluluğu devam
etmiştir. Böyle bile olsa, avukatın ceza
yargılamasının diğer tarafını – şüphesiz savcı olarak düşünülmeli– eleştirisinin
geçmişe yürürlü olarak incelenmesi tehdidinu avukatın müvekkilinin
menfaatlerini şevkle savunması göreviyle bağdaştırmak güçtür. Mahkeme, avukatın
kendisi için öncelikle [yapılması gerekenin], heyetin denetimine tabi
olarak, görece hafif bir ceza ya da
zararın tazmini ya da yapılan masrafların ödenmesi yükümlülüğünün bile muhtemel
“caydırıcı etkisi” olmaksızın savunmanın savlarının ilgililiği ile
kullanışlılığının değerlendirilmesi olması gerektiği kanısındadır.
55. Bu nedenle, –hafif ceza yaptırımı olsa
bile– savunma avukatının ifade özgürlüğünün sınırlandırılması sadece istisnai
durumlarda demokratik bir toplumda gerekli olarak kabul edilebilir. Hem savcı
vekilinin başvurucuya karşı takipsizlik kararı, hem de Yüksek Mahkeme’nin
azınlık görüşü halen mevcut müdahale için yeterli gerekçelerin varlığı bakımından
ulusal mercilerin oybirliği içinde olmaktan uzak olduklarını göstermektedir.
Mahkeme’ye göre, bu tarz gerekçeler, Bayan Nikula’nın ifade özgürlüğü
üzerindeki kısıtlamanın herhangi bir “sosyal ihtiyaç baskısına” karşılık
geldiğini göstermekte bu yüzden başarısız olmuştur.
56. Bu koşullarda Mahkeme, Yüksek
Mahkeme’nin başvurucunun mahkûmiyetini onama kararının ve zarar ve giderleri
ödemeyi emretmesinin, başarılması istenen meşru amaçla orantılı olmaması
nedeniyle Sözleşme’nin 10. maddesini ihlal ettiği sonucuna varmıştır.
KYPRIANOU v. KIBRIS RUM KESİMİ – 15 Aralık 2005–( 73797/01)
170. “Demokratik bir toplumda gereklilik” incelemesi
Mahkeme’nin şikayet edilen müdahalenin “sosyal ihtiyaç baskısına” karşılık
gelip gelmediğini tespit etmesini şart koşar. Taraf Devletler böylesi bir
ihtiyacın olup olmadığının değerlendirilmesinde, hem mevzuat hem de bağımsız
bir mahkeme tarafından verilmiş olsa bile olaya uygulanan kararları kapsayan
Avrupa denetimiyle el ele giden, belirli bir takdir marjına sahiptir (bkz., Bladet Tromsø ve Stensaas v. Norveç
[BD], no. 21980/93, § 58, ECHR 1999-III; yukarıda anılan, Cumpănă ve Mazăre, § 88; ve yukarıda anılan, Nikula, § 46).
171. Mahkeme, özellikle alınan tedbirin “izlenen meşru
amaçla orantılı” olup olmadığını tespit etmelidir (bkz., yukarıda anılan Sunday Times (no. 1), p. 38, §
62, ve Chauvy ve Diğerleri v. Fransa,
no. 64915/01, § 70, ECHR 2004-VI). Mahkeme, bunu yaparak, ilgili olguların
kabul edilebilir bir değerlendirmesi üzerinde kendilerini temellendiren, ulusal
mercilerin Sözleşme’nin 10. maddesinde öngörülen ilkelerle uyumlu standartları
uyguladıkları konusunda tatmin olmak zorundadır (diğer pek çok kararın yanında, 25 Kasım 1997
tarihli Zana v. Türkiye, sonkararı,
Reports 1997-VII, pp. 2547-48, § 51). Ek olarak, yargılamanın adilliği,
sağlanan usuli güvenceler (bkz., mutatis mutandis, Steel ve Morris v. Birleşik Krallık, no. 68416/01, § 95,
ECHR 2005-II) ve çarptırılan cezaların nitelik ve ağırlığı (bkz., Ceylan v. Türkiye [BD], no.
23556/94, § 37, ECHR 1999-IV; Tammer
v. Estonya, no. 41205/98, § 69, ECHR 2001-I; yukarıda anılan, Skałka, §§ 41-42; ve Lešník v. Slovakya, no. 35640/97,
§§ 63-64, ECHR 2003-IV) 10. maddenin güvence altına aldığı ifade özgürlüğüne
müdahalenin orantılılığının değerlendirilmesinde dikkate alınması gereken
unsurlardır.
172. “Yargı otoritesi” değimi, özellikle ve toplumun
geniş kesimleri tarafından kabul gördüğü gibi, hukuki uyuşmazlıkların çözümü ve
kendileri üzerine suç atfedilen kimselerin suçlu ya da suçsuz olduğunun tespiti
için uygun bir forum olduğu anlayışını yansıtır (bkz., 29 Ağustos 1997 tarihli Worm v. Avusturya sonkararı, Reports 1997-V, p. 1549, § 40).
Yargı otoritesinin korunması bakımından tehlikede olan, ceza yargılamasıyla
ilgili olduğu ölçüde, sanığın ve genel olarak toplumun ilham alması gereken
demokratik bir toplumun mahkemelerine olan güvendir (diğer pek çok kararın
yanında bkz., mutatis mutandis, 24 Şubat 1993 tarihli Fey v. Avusturya sonkararı, Series A no. 255-A, p. 12, §
30).
173. Avukatların özel statüsü, onlara toplum ve
mahkemeler arasındaki aracılar olarak merkezi bir pozisyon sağlar. Böylesi bir
pozisyon, Baro üyelerinin davranışları üzerindeki olağan kısıtlamaları
açıklamaktadır. Bu alanda avukatların kilit bir rol oynaması gerektiği
anlayışı, onlardan adaletin gerektiği gibi gerçekleşmesine ve böylece toplumun
adalete olan güveninin sürdürülmesine katkı sağlamalarını beklemeyi meşru kılar
(bkz., diğer referanslarla birlikte, Amihalachioaie
v. Moldova, no. 60115/00, § 27, ECHR 2004-III; yukarıda anılan, Nikula, § 45; yukarıda anılan, Schöpfer pp. 1052-53, §§ 29-30,).
174. Sözleşme'nin 10 maddesi, salt açıklanan fikirler
ve bilginin özünü değil aynı zamanda iletilme biçimlerini de korur. Avukatlar
da belirli sınırları aşmamak kaydıyla adaletin gerçekleşmesi hakkındaki yorum
ve eleştirilerini kamuoyu önünde açıklama özgürlüğüne kesinlikle sahiptir.
Dahası bir avukatın mahkeme salonundaki ifade özgürlüğü sınırsız değildir ve yargının
otoritesi gibi belirli menfaatler bu hak üzerindeki kısıtlamaları haklı göstermek
bakımından yeterince önemlidir. Yine de, ilke olarak bile olsa, ceza vermek
ulusal mahkemelerin konusudur ve Mahkeme’nin içtihadı bu anlamda –çok hafif bir ceza hükmü yoluyla olsa bile–
savunma avukatının ifade özgürlüğünün sınırlandırılması, sadece istisnai
durumlarda demokratik bir toplumda gerekli olarak görülebileceğine işaret
etmektedir (bkz., yukarıda anılan, Nikula, §§ 54-55).
175. Avukatların–özellikle çelişmeli ceza
yargılamaları bağlamında– mahkemede
müvekkillerini savunurken, müvekkillerinin üstün yararını akılda tutarak, mahkemenin
tutumu hakkında itiraz mı yoksa şikayet mi etmeleri gerektiği konusunda karar
vermek zorunda kaldıkları hassas bir durumda kendilerini bulabildikleri
doğrudur. Bir tutuklama kararı, doğası gereği, sadece belirli bir avukat
hakkında değil, bir bütün olarak avukatlık mesleği üzerinde kaçınılmaz olarak “soğuk duş etkisi” (chilling effect) yaratır (yukarıda anılan, Nikula,
§ 54, ve yukarıda anılan, Steur
sonkararı, § 44). Örneğin, mahkeme önündeki yargılama sırasında iddialarının
seçiminde, usuli taleplerinde kendilerini kısıtlanmış hissedebilirler. Adaletin
gerçekleşmesine güvenebilmesi için toplumun avukatlık mesleğinin etkili bir
temsil sağlayabileceğine inanması gerekir. Bir savunma avukatının
tutuklanmasına hükmedilmesi, belirli bazı koşullarda salt avukatların ifade
özgürlüğü üzerinde değil, aynı zamanda Sözleşme’nin 6. maddesinde öngörülen
müvekkillerinin adil yargılanma hakları üzerinde de etkileri olabilir (yukarıda
anılan, Nikula, § 49 ve yukarıda
anılan, Steur sonkararı, § 37).
Mahkeme, herhangi bir “soğuk duş etkisinin” adaletin etkili bir şekilde gerçekleşmesi
bağlamında mahkemeler ile avukatlar arasında sağlanması gereken uygun dengede
dikkate alınması gereken önemli bir unsur olduğu kanısındadır.
1 yorum:
ceza avukatı hem kişi özgürlüğü açısından hem mağdur hakları açısından toplumun en hassas sorunlarıyla uğraşır.
Yorum Gönderme