
Özellikle kararın çok uzun süreler içinde veriliyor olması, çocuk ile ebeveyn arasındaki ilişkinin kesintiye uğraması sonucunu doğurması; bu süre uzadıkça kaybedilen zamanın telafisinin imkansız hale gelmesi nedeniyle çocuk açısından yaratacağı olumsuzluklar AİHM tarafından çok ciddiye alınan konuların başında gelmekte. İşte bu ayın başında Mahkeme'nin verdiği Kuşçuoğlu v. Türkiye kararı tam da bu yaklaşımı bir kez daha teyit eden bir karar niteliğinde.
Aşağıda kararın kısa bir özetini bulabilirsiniz:
- İrem Kuşçuoğlu v. Türkiye davasında (12358/06) Mahkeme, 3 Kasım 2011 tarihinde oybirliğiyle İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nin 8. maddesinin ihlal edilmiş olduğuna karar verdi.
- Dava babası tarafından dört defa kaçırılan erkek çocuğunun velayetine ilişkindir.
Olgular
Başvurucu, İstanbul’da yaşayan 1966 doğumlu bir Türk
vatandaşıdır. Başvurucu 5 Mart 1999 tarihinde evlilik dışı olarak doğmuş
bulunan bir erkek çocuğunun annesidir. Birlikte yaşadıkları baba resmi olarak oğlunu
tanımıştır.
Haziran 2003 tarihinde başvurucu, birlikte yaşadığı
partnerinden ayrılmış ve İstanbul Asliye Hukuk Mahkemesine, çocuğunun babasının
tehdit edici davranışlar sergilediği; tabanca ve mermi eve
getirdiğini ileri sürerek aile konutundan uzakta tutulması için bir yasaklama
kararı almak için başvurmuştur. Ailenin Korunmasına Dair 4320 sayılı Kanuna
uygun olarak Mahkeme Haziran 2003 tarihinde üç ay süre ile geçici yasaklama
kararı vererek, çocuğun velayetini ve aile konutunu kullanma hakkını başvurucuya
vermiştir. Aile Mahkemeleri kurulduktan sonra dava İstanbul Aile Mahkemesine
gönderilmiştir. Bu mahkeme baba tarafından yapılan itirazı reddetmiş ve vermiş
olduğu karar 7 Nisan 2004 tarihinde kesinleşmiştir.
Bu karar üzerinden geçen iki yıllık sürede baba, çocuğunu dört kez kaçırmıştır. Ağustos 2003 tarihindeki ilk kaçırmadan sonra, Üsküdar
Cumhuriyet Savcılığı Ocak 2004 tarihinde çocuk kaçırmaktan ve hakkındaki yasağı
ihlal etmekten dolayı ceza davası açmıştır. Ancak Sulh Ceza Mahkemesi iddianamenin verildiği sırada hakkındaki yasağın henüz kesinleşmemiş olması nedeniyle babayı beraat
ettirmiştir. Başvurucu bu kararı Mayıs 2005 tarihinde temyiz etmiş; ancak
Yargıtay Aralık 2005 tarihinde başvurucunun temyiz talebini reddetmiştir.
Mayıs 2004 tarihindeki ikinci kaçırma olayından sonra, bu defa çocuğun velayetinin anneye verildiğine dair bir karar bulunmadığı
gerekçesiyle baba hakkında yeniden beraat kararı verilmiştir. Görünüşe göre, bu karara ilişkin yargılama halen
Yargıtay’da devam etmektedir.
Baba oğlunu Kasım 2004 tarihinde üçüncü defa yeniden kaçırmıştır.
Küçük, yaklaşık bir yıl sonra annesine geri dönebilmiştir. Ayrıca baba, başvurucuya Erdek Asliye Hukuk Mahkemesinde oğlunun velayeti için bir dava
açtığını söylemiştir. Üsküdar Sulh Ceza Mahkemesi ise halen velayetin kimin üzerinde
olduğuna, gelecekte çocuk ve ebeveynlerinin ilişkilerini düzenleyen herhangi
bir karar ve kaçırma durumunun gerçekten vuku bulduğuna dair bir kanıt bulunmadığı
gerekçesiyle baba hakkında beraat kararı vermiştir. Başvurucunun bu karara ilişkin
temyiz istemi hakkında halen Yargıtay’da karar için beklemektedir.
Mart 2005 tarihinde başvurucu, babanın oğluna erişimi
olmak kaydıyla velayeti için Aile Mahkemesinde dava açmıştır. Başvurucu, oğlu
üzerindeki velayet hakkının (2001’de yürürlüğe girmesinden beri Medeni Kanunun
337. maddesi uyarınca) evlilik dışı doğmuş olması nedeniyle yasayla kendisine verilmiş olmasına
rağmen, babanın halen oğlunu kaçırdığını ileri sürmüştür. Hesaplarına göre,
kaçırılma sonucunda oğlunun babasıyla birlikte kaldığı süre neredeyse iki yılı
bulmuştur. Bu nedenle babanın oğluyla ilişkisi üzerinde yasaklamalar
konulmasını talep etmiştir.
Kasım 2005 tarihinde baba oğlunu dördüncü defa
kaçırmış ve başvurucu dört yıl boyunca oğluyla birlikte yaşama olanağına sahip
olamamıştır.
Velayete ilişkin olarak nihai kararı beklerken, baba
oğluyla görüşmesini engellediğinden, başvurucu birkaç defa ihtiyati tedbir
kararı verilmesi için talepte bulunmuştur. 2006 ve 2007 yıllarında başvurucu hafta sonlarında oğluyla görüşme; dini tatillerde ve okul tatillerinde onunla
birlikte kalma hakkına sahip olmuştur.
Ekim 2006 tarihinde başvurucu ilk talebini
değiştirerek oğlunun tam velayetini ve babanın erişim koşullarının gözden
geçirilmesini talep etmiştir. Ekim 2007 tarihinde ilk derece mahkemesi, kararın derhal infazı
için ihtiyati tedbir kararı vermeksizin başvurucunun tam velayet talebini kabul etmiştir.
Sonuç olarak, başvurucu oğlunu aylarca görememiştir.
Nisan 2008 tarihinde Yargıtay, başvurucu lehine olan
kararı usuli gerekçelerle bozmuş ve dosyayı geri göndermiştir. Ekim 2008
tarihinde anneyle oğlunun ilişki kurmasına izin vermiştir. Başvurucu, babanın
bu karara uymasını ve oğluyla görüşmesine engel olmamasını talep etmiştir.
En sonunda, atanmasının üzerinden beş ay geçen bir psikologun
bilirkişi raporunu müteakip Kasım 2009 tarihinde mahkeme velayeti anneye vermiş
ve babayla kişisel ilişkiyi düzenlemiştir. Bu defa kararın derhal infazına
ilişkin bir tedbir kararına da hükmetmiştir. Yargıtay Haziran 2010 tarihinde
başvurucuya velayet hakkını tanıyan kararı onamıştır.
Başvurucunun şikayetleri
Başvurucu, özel ve aile yaşamına saygı hakkını
düzenleyen Sözleşme’nin 8. maddesine dayanarak, yargılamanın uzunluğundan ve oğlunun
velayetine erişiminin engellenmesinin çocuğuyla ilişkilerine zararlı
etkilerinden şikâyetçi olmuştur. Başvurucu ayrıca Türk makamlarının velayet
hakkı yasayla kendisine verilmiş olmasına rağmen oğlunun kendisinden alınmasını
önleyecek gerekli tedbirleri almamış olmalarından şikâyetçi olmuştur.
Bu başvuru İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’ne 28 Mart
2006 tarihinde yapılmıştır.
Mahkeme’nin kararı
Sözleşme’nin 8. maddesi (özel ve aile yaşamına saygı hakkı)
Mahkeme bir ebeveynin çocuğuyla yeniden bir araya gelebilmek
için tedbir alınmasını isteme hakkı ve ulusal makamların da böylesi tedbiri
alma yükümlülüğü bulunduğuna ilişkin ilkeyi yinelemektedir. Verilen kararın
infazı dahil Velayete ilişkin yargılamalar, zaman geçtikçe çocuk ve çocukla
yaşamayan ebeveynin arasındaki ilişkilerde onarılamaz sonuçları olacağından
acele olarak ele alınmasını gerektirir.
Mahkeme, evlilik dışında doğan çocuk üzerindeki
velayet hakkını (2001 yılında yürürlüğe giren Medeni Kanunun 337. maddesi
uyarınca evlilik dışında doğan çocuğun velisinin anneye ait olduğunu) düzenleyen
yasanın çocuk bu yasa yürürlüğe girmeden önce doğduğu ve babanın resmi olarak
çocuğu tanımış olması nedeniyle hukuki bir sorun ortaya çıkardığını kabul
etmektedir.
Ancak Mahkeme, velayet kararının verilebilmesi için
Türk mahkemelerinde geçirilmiş olan hatırı sayılır sürenin haklı
gösterilemeyeceği kanısındadır. Mahkeme, başvurucu Bayan Kuşçuoğlu’na velayeti
teslim eden kararın Ekim 2007’de verildiğini, buna karşın kesinleşmesi ve infaz
edilebilir hale gelmesinin Kasım 2009 tarihine kadar sürdüğünü belirtmiştir.
Mahkeme ayrıca, Bayan Kuşçuoğlu’nun oğlunu görme
girişimleri sırasında karşı karşıya kaldığı engellemelerin (erişim ve birlikte yaşama
haklarının sınırlandırılması ya da kaldırılmasına ilişkin) yargılamalar
sırasında alınmış bulunan kararlarla kendisine tanınan haklarının pratikte uygulanmamış (babanın davranışı nedeniyle engellenme ve uzun bir süre velayet
hakkına ilişkin etkili bir kesin karar verilmemiş olmasının onun velayet
haklarının uygulanmasını engellemiş) olmasıyla ilişkili olduğunu not
etmektedir.
Mahkeme ayrıca adli yargılamada çeşitli gecikmeler
gözlemlemiştir: örneğin, yetkililerin başvurucunun oğluna erişimini sağlayan
tedbirleri alması onbeş ay almış; velayet hakkının derhal etkili hale getirecek
kararı alacak herhangi bir adım atmayı ihmal etmişler; ilk derece mahkemesi
kararını usuli gerekçelerle dikkate almamışlar ve bilirkişi raporu hazırlayacak
bir psikologun bulunması beş ayı bulmuştur.
Mahkeme, bir bütün olarak
yargılamanın uzunluğunu dikkate alarak bir dizi gecikmenin, Medeni Kanunda düzenlenen açık
hükümlere rağmen, Türk mahkemelerinin anneyi oğluyla derhal birleştirecek etkili
adımları atmakta başarısız olmalarının Sözleşme’nin 8. maddesini ihlal ettiğine
hükmetmiştir.
Sözleşme’nin 41. maddesi (adil tazminat)
Sözleşme’nin 41. maddesi uyarınca, Mahkeme, maddi ve
manevi zararları için toplam 19.000 Avro ve iç hukuktakiler dahil yargılama
giderleri için 12.805 Avro ödenmesine hükmetmiştir (Kararın orijinal metni
Fransızcadır).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönderme